27 Eylül 2019 Cuma



     Tasavvuf bildiğiniz üzere nefs ve ahlak terbiyesidir.Bir mürşit tarafından İslam dininin ahlak eğitimi ve nefs terbiyesiyle ilgili öğretileri , müritlere örnek olunarak ve telkin edilerek öğretilir. Böylece "ham" olan bireylerin olgunlaşması, kemâle ermesi sağlanır.

      Ahlaki olgunluğa erişmesi için mürşit , müridine neler telkin eder derseniz öncelikle tevbe, ihlas, ibadet, zühd, sabır, şükür, rıza, kanaat, huşu ve hudu üzerine olma,az konuşma-az gülme ...gibi hasletleri öğretir.

    Peki toplumumuzda bu hasletleri özümsemeye çalıştığımızda başımıza neler gelebilir?Bunu biraz irdeleyecek olursak:

    Diyelim ki -gecinden olsun-bir yakınınız vefat etti .Siz de ölüm karşısında sabretmeye çalışıyorsunuz;hemen dedikodu kazanları kaynar ve sizin bu ölüme pek de üzülmediğiniz ,belki de sevindiğiniz anlamını çıkaranlar olabilir.Sonra da sevinciniz(!) 'in sebebi üzerine uzunca muhabbetler dönebilir.

   Eğer çocuğunuza"Evladım konuşurken sesini alçalt ;muhakkak ki seslerin en çirkini eşeğin anırtısıdır".Ayetini öğretecekseniz ve onun hüdû ve hüşû üzerine yetişmesini istiyorsanız ,bütün gün ayete muhalif hayat tarzı süren insanlar arasında kaldığında evladınızın akşam eve  nasıl bir psikolojiyle dönebileceğini düşünün; haklarının çoğunun gaspedilmesi de olası.Çünkü kalabalıklarca o, " içine kapanık, asosyal, utangaç biri" olarak yaftalanacak; kafasına vurulup ağzından lokması alınmaya çalışılacaktır maalesef.

   İçinden sessizce Mevlayı zikretmeye çalıştığınızda kaç kişi sizin sessiz ortamınızı bozmamak adına ,saygı göstererek, yüksek perdeden konuşmamak için kendini frenleyebilecektir?

   Dürüst davranmaya çalışarak "Hak"kı haykırdığınızda kaç kişide gerçeklerle yüzleşme  cesareti olacaktır acaba?

   Peki ya zühd yaşamı tercih ettiğinizde ?...En zoru bu olsa gerek...Markalı kıyafet giyip markayı göstere göstere yürümüyorsanız,evinizde pedeleriniz demodeyse,yeni çıkan modelin falan markalı -fahiş fiatlı koltuklarından henüz almadıysanız insan yerine konulmamanızın ihtimali yüksek maalesef.

Bu gibi nedenlerle ,ülkemizde tasavvuf erbaplarının strese bağlı hastalığa yakalanma oranı bayağı yüksek galiba,yanılıyor muyum?

                                                                                                            SUMEYE BARUT







9-TOPRAĞI EKMEDE ÜŞENGEÇLİĞİMİZ
    Hepimiz ormanların değerini biliyoruz.Dünyanın ciğerlerinin ağaçlar olduğunu, ormanların oksijen üretmenin yanı sıra yakıt, kağıt, kimya sanayi, ilaç, boya gibi ihtiyaçlarımızı da hepimiz biliriz. Bunların dışında ormanların, yaban hayvanlarının barınağı olduğu,yeşilin türlü tonunun insan ruhuna pozitif yönde katkılar sağladığı da bilinen bir gerçek.
    Peki tüm bunları bilmemize rağmen çevremizi yeşillendirmede neden üşengeç davranıyoruz ki?
    Eğer yıl boyu yediğimiz meyvelerin çekirdeklerini çöpe değil de rastgele karşılaştığımız tarla ve bahçelere atsaydık şimdiye kadar kimbilir kaç dikili ağacımız olurdu.
    Etrafımızda tarla veya bahçe bulamıyorsak bile uygun olan pencere ve balkon kenarlarına, saksılarda, çiçek fideleri ve meyve fidanları dikebiliriz. Saksıya ektiklerimiz bizden sadece uygun ortam ve su ister.Biraz büyüdüklerinde ise bahçesi olan birine bu fidanlardan hediye edebiliriz.İnanın ki tabak-çanak hediye etmekten daha makbule geçecektir.
    Nitekim birkaç yıl sonra o fidanlar büyüyecek ve meyve vermeye başlayacak.O zaman meyvelerden yiyenlerin size yapacakları hayır duaları ve Meleklerin amel defterinize yazacakları  sevapları düşünebiliyor musunuz!...
    Bundan böyle elimizdeki meyve çekirdeklerini çöpe atmadan önce bir kez daha düşünelim lütfen...

                                                                                                           SUMEYE BARUT

24 Eylül 2019 Salı

8-BULDUĞUMUZ GİBİ BIRAKAMAMA HASTALIĞIMIZ
   İnsanoğlunun ihtiyaçları sınırsızdır. Eğer benliğimize yenilirsek bu sınırsızlığın batağında madden ve manen yok olur gideriz.
   Paramız olsa bile ihtiyacımız olan şeylere her zaman ve zeminde ulaşamayabiliriz. O zaman da bir komşumuzdan veya bir akrabamızdan ihtiyacımız olan eşyayı ödünç olarak isteriz. Bu bazen bir kalem de olabilir, bir ütü de, bir mutfak robotu da... Dedim ya ihtiyaçlar sınırsız...
    Peki ödünç olarak aldığımız şeyleri korumaya ne derece özen gösteriyoruz; veya eşyayı aldığımız yere tekrar geri koyuyor muyuz?Yoksa onu ulu-orta yere bırakıp gidiyor muyuz?
    ''Nasıl olsa benim değil''.düşüncesi ne derece doğru?.
    Komşuya verdiğiniz mutfak robotu size ne şekilde döndü?Sağlam ve temiz mi yoksa robotta sert birşeyler (tarhana...vb.) öğütülmeye çalışılıp bozulmuş halde mi?
    Ya daha önce ödünç verdiğiniz buharlı ütü?.. Ütülerin çoğu kireçli su kullandığınızda bozulur. Bu kuralı  genelde herkes bilir ama ütüyü sizden isteyen komşunuz ne hikmetse ütüyü geri getirdiğinde kireçle tıkanmış vaziyette size teslim eder.Komşunuzla bir ütü için bozuşmak istemeyen biriyseniz bu durumda tamir masrafı da sizden çıkacaktır.
    Bu kul hakkı değil de nedir?
    Peki kurumlarda durum nasıl?... Bankalar bu konuda bize tüyo verecektir: Öyle ki gişedeki görevlinin önünde bulunan kalemin plastik bir iple masaya tutturulduğunu görürsünüz.Bu da size daha önce bilmem kaç tane kalemin yerinden alınıp kullanıldıktan sonra tekrar geri getirilmediğinin göstergesi olacaktır sanırım.
    Diğer kurumlarda da öyle...Memurun masasındaki yapıştırıcı,delgeç,zımba,kalem... vb . neredeyse savaştaki askerin silahı kadar önemlidir. Üst amire acil gönderilmesi gereken bir evrak için memur yukarıda saydığım malzemelerden birine ihtiyaç duyabilir.Memurdan, kurumda kullanmak için ,aldığımız bu malzemeleri işimiz bittiğinde yerine bırakmaz rastgele bir yere koyar ve onu unutmaya meyledersek hem kamu zararı oluşturabiliriz hem de Hz. Peygamberimizin şu hadisine muhatap olabiliriz ne yazık ki:''Allah kime devlet işi nasip eder de o kişi de bir iğne (gibi küçük bir şey bile olsa)halktan gizlerse(o eşyaya el koyarsa)Yüce Allah kıyamet günü o kişiyi  boynunda asılı halde olan o iğneyle (eşyayla) diriltir.Mahşer meydanına kişi o halde gelir.''
    Musluğu,klimayı,elektiriği gereksiz yere açık tutmak da maalesef ki toplumsal pürüzlerimizdendir. Sonu düşünülmeden yapılan işlerin ne şekilde sonuçlanacağı malumunuzdur; memlekette elektrik israfı olursa enerjide dışa bağımlılık gerçekleşir.Bu da ''kelebek etkisi'' gibi ''daha büyük fırtına''lara sebep olur ta ki dış düşmanlarımızın ülkemizin içişlerine karışmasına kadar gider iş. Su israfının sonuçlarını anlatmama gerek yok sanırım; küçük çocuklarca bile bunun sonuçları biliniyor artık.
    Gerek eşya gerek enerji olsun kullandığımız şeyi özenle ve israfa sebep olmadan kullanalım.Sonradan bedel ödemek istemiyorsak tabi...

                                                                                         SUMEYE BARUT
 
   
  
  
 

21 Eylül 2019 Cumartesi

7-ELEŞTİRİLMEYE TAHAMMÜLSÜZLÜK
   İnsan, doğumdan ölüme kadar bedenen değiştiği gibi ruhen de değişime ihtiyaç duyar. Psikoloji ilmine göre gelişim dönemlerini etkileyen üç ana faktör vardır:
   1.Fiziksel olgunlaşma,
   2.Toplumsal beklentiler ve talepler,
   3.Kişisel değerler ve beklentiler.
   Gelişimimiz bu üç faktör sebebiyle;bebeklik dönemi, çocukluk dönemi,yetişkinlik dönemi ve yaşlılık dönemi olmak üzere bölümlere ayrılır.
   Her dönemin kendine özgü fiziksel ve ruhsal gelişim ve değişimleri vardır. Eğer bu gelişim veya değişimler sağlıklı şekilde gerçekleşmiyorsa o alanla ilgili hekimlere başvururuz. Örneğin; işitmesinde problem olan bebek için , konuşmaya başlaması gereken dönemde konuşamayan çocuk için  veya boyu yaşıtlarına göre kısa kalan çocuk için doktora gideriz.
   Kişisel gelişimde ise kişinin gelişmeyi istemesi ve bu uğurda uğraş vermesi gerekir ama maalesef
bazı kişiler ''toplumsal beklentiler ve talepler''e karşı kulaklarını tıkayarak kendi kişisel gelişmelerine karşı ayak diretirler.Onlara göre dünyanın en zeki, en güzel, en bilgili kişisi kendileridir; gelişimleri kemale ermiştir,değişmeleri gerekmez.
   Bunun içindir ki yetişkinlik  dönemine girmelerine rağmen hala ergen çocuk tripleri atar,ağızlarını yaya yaya çocuksu konuşur ; evi çocukları ve eşi kendisinden sorumluluklarını yerine getirmesini beklerken o bir çocuk misali saatlerce bilgisayar oyunu oynar , kitap okumayı tercih etmez ,onun yerine içeriksiz - kof filmler seyreder.
   Bu gibi kimseler eleştiriye kapalıdırlar. En ufak bir eleştiriyi kavga aracı sayarlar . Kişisel gelişimle ilgili kitaplar ve konferanslar ilgilerini çekmez.Onlara göre tüm o yazılar ve sözler başkaları için yazılmıştır. Ellerinden gelse öldükten sonra kendilerinin altın tabuta konulmasını bile talep edebilirler.
   Bu kişilerin durumu cehaletin en dip bölümüdür ve onlar çevreyi de çürütürler . Bu gibi insanlarla karşılaştığınızda lütfen onlardan ''ateşten kaçar gibi kaçınız.''
                                                            
                                                                                                      SUMEYE BARUT

17 Eylül 2019 Salı

 
6-APARTMAN KÜLTÜRÜ-KÜLTÜRSÜZLÜĞÜ
    Çoğumuz müstakil evlerin rahatlığını biliriz,çünkü çocukluğumuz öyle evlerde geçmiştir .
        Müstakil evdeyken birsürü merdiven çıkmak zorunda değilsindir,ayağın toprağa basar,istediğin pencereden veya balkondan sofrabezini , halını özgürce silkeleyebilirsin ; alt kattan bağıran komşun yok çünkü.Kapının önüne istediğin kadar ayakkabıyı bırakabilirsin , herdaim onları eğilip ayakkabı dolabına dizmek zorunda kalmazsın,bahçede iki ağacın arasına ip gerip rengarenk çamaşırlarını kurutmak için asabilirsin;göz zevki bozulacak komşuların bahçe duvarının arkasında kalmıştır çünkü.
          Ama birgün elit olma çabasına girerek apartman dairesine taşınma hevesine girersen şunları da bilmen gerekir:
          Artık balkonun bir ucundan öbür ucuna ip gererek rengarenk çamaşır asma lüksüne sahip değilsin.Balkonun içinde - dışarıdan fazla farkedilemeyecek olan - balkon askılığı alıp kullanman gerekir.Kapı önüne ayakkabılarını öylece bırakamazsın , onları ayakkabılığa yerleştirmen gerekir.
          Bunlar apartmanda uyulması gereken kurallardır ve bu kurallara kısaca ''apartman kültürü'' denir.
          ''Peki toplumumuzda apartman kültürüne adapte olamayanların sayısı nedir''?derseniz gazetelerde çıkan ''apartmandaki komşu kavga ve cinayetleri''yle ilgili haberlere bakacak olursak sayı gerçekten de azımsanmayacak boyutta...
         Komşusunun tepesinde halı silkeleyen mi dersiniz,alt kattaki komşunun astığı beyaz çamaşırlara inat balkonları ,  pencere kenarlarını foşur foşur yıkayarak çamurlu suları alt kata sıçratanlar mı dersiniz , gece yarılarına kadar gürültü yapanlar mı , kapı önlerine turşu küplerinin yanı sıra çok sayıda ayakkabı bırakanlar mı dersiniz...Örnekleri çoğaltabiliriz.
         Bu konuda biraz çevremize baksak ve empati yapsak herşey düzelecek aslında.Apartman kültürünü özümsemek çok da zor değil.

                                                                                                  SUMEYE BARUT


15 Eylül 2019 Pazar


5- TAŞINIRKEN BENDEN SONRASI TUFAN

    Ev taşıyanlarımız bilir taşınmanın zorluklarını.

    ‘’Nakliyeciler taşırken kazayla zarar verir mi acaba’’ tereddütüyle kıyamadığımız cam eşyaları, bilhassa manevi değeri olan eşyaları, ellerimizle kolilere koymak istediğimizdendir ki öncelikle marketlerden koli buluruz. Bu narin eşyaları kolilerin içine yerleştiririz. Sonrasında her bir kolinin ağzını bantlarız. Tabi taşınmanın arefesinde olduğumuzdan dolayı ev curcunadır. Arada ya makas ya da koli bandı kaybolur ve her birini ararken baş dönmesi yaşarız.

     Kolilerden sonra sıra özel eşyalarımıza gelir. Kaybolabilir korkusuyla nakliye kamyonuna veremeyeceğimiz şeyler vardır. Örneğin: bize ait olan başarı belgeleri, diplomalar, tapu belgeleri, ödeme yaptığımızı belgelendiren makbuzlar, çocuğumuzun yazı yazmayı öğrendiğinde çarpık-çurpuk yazdığı  ilk defteri, aldığı karneleri, fotoğraf albümlerimiz… vs.

     Sıra valizleri doldurmaya gelir; markalı kıyafetlerimiz, ütüsü bozulmasın diye özenle sakladığımız ceketler,pantolonlar,paltolar…vs.Yeterince yorulmuşuzdur artık. Geri kalan eşyaların sarılma işi,kolilenmesi , toparlanması genellikle nakliyecilere bırakılır. Taşınılacak ev de o zamana kadar temizlenmiştir muhtemelen.

    Geriye tertemiz eve yerleşmek kalıyor. Öyle mi hakikaten? Eğer bir yüzdelik orana vurursak öyle zannediyorum ki ‘’evet ‘’diyenlerin sayısı bir hayli yüksek çıkacaktır. Öyle değil! Olmamalı da… Neden derseniz, taşındığımız evden çıkmadan önce geri dönüp evi şöylece bir kolaçan ettiğimizde  geriye bıraktığımız izleri, çöpleri…vb. düşünelim. Artan boş koliler, boş plastik şişeler, saksıda kurumaya yüz tutmuş çiçek, gazete kağıtları, yırtık poşetler, toz partikülleri, kirli lavabolar, kireç ve sabun artıklı duşa kabin camları, ’’nasıl olsa taşınacağım’’ düşüncesiyle aylardır silinmemiş camlar, kapılar, yağ tutmuş mutfak aspiratörü…vb. İğrendiniz  değil mi? Daha fazla saymayayım. Hangi eve taşındıysam gördüğüm manzara genellikle bu. ’’Benden sonrası tufan’’ mantığı maalesef.

    Son söz: ’’Kendine yapılmasını istemediğin şeyi sen de başkasına yapma’’.
                                                                                                           SUMEYE BARUT

13 Eylül 2019 Cuma


4-İLMİ YETERSİZ OLAN BÜYÜKANNELER
    Bu her nekadar küçük,basit bir konu gibi gözükse de aslında toplumun temel sorunlarından biridir.Yani eğer büyükanneyseniz ve torunlarınıza yetebilecek ilmi birikiminiz yoksa ,toplumun yozlaşmasının en büyük sebeplerinden  birisiniz demektir.Konuyu biraz daha açalım:

    Torununuz cümle kurmayı öğrenmeye başladığında sizin de görevleriniz böylece başlayacaktır ey anneanne ve babaanneler! İlk etapta torununuza, Hz.Peygamberimizin hadis-i şerifine binaen,Kelime-i Tevhid’i öğretmeniz gerekir ( henüz anne –babası öğretmediyse tabi).Biraz daha büyüdüğünde öğretmeniz gereken bazı davranışlar olacaktır; örneğin:Suyu oturarak üç yudumda içmek,kıyafet ve ayakkabısını sağdan başlayarak giymek,yemek yemeğe besmele çekerek başlamak...  gibi.Daha sonra ''seni ,bizi ve kısacası herşeyi  Allah yarattı''. diyerek itikad tohumları ekmelisiniz torununuzun tertemiz yüreğine.

   Onlara Peygamberlerin kıssalarını anlatabilmelisiniz,görgü kurallarını da…Vatan-millet-bayrak sevgisiyle alakalı kahramanlık hikayelerini de bilmeniz gerekir. Toplum ancak bu milli ve manevi değerlerle donanırsa yükselir.Anaokullardan önce bu işlerin tohumu ailede atılmalıdır.Genellikle ana-babalar mesai saatleri arasında çocuklarından uzak yerde bulunduklarından iş büyükannelere düşüyor.Her bayan da geleceğin büyükannesi olacağından kendilerini ilimle irfanla donatmalı,öğrenecekleri bilgilerin kendilerine,torunlarına ve ülkenin geleceğine katkı sağlayacağını iyi bilmelidirler.Bu bilinçle kendilerini ilim ve irfanla donatıp süsleyen  bütün büyükannelerin ellerinden saygıyla öperim.

                                                                                                           SUMEYE BARUT

11 Eylül 2019 Çarşamba


3-KUYRUKTA KAYNAK

    Hangi hizmeti alırken en uzun süreyle sırada beklediniz dostlar?
    Yaşı büyük olanların ‘’hastane kuyruğunda’’. Cevabını duyar gibiyim.Yaşı daha genç veya küçük olanlarınsa hamburgercilerde kuyrukta beklemekten ömründen kaç gün gittiğini hesaplamaya başladığını zannediyorum.
    Teknoloji çağının nimetlerinden biri olan’’ tıklayarak sipariş’’ hayatımıza girdiğinden beri kuyrukta kaynak yapmanın önüne bi nebze geçilmiş oldu ama hepimiz hizmet alım işlerimizi sanaldan yapmıyoruz malum.Bir hizmet almak için girdiğimiz sırada her bireyin farklı bir hikayesi vardır mutlaka.Kuyrukta , kul hakkını önemsemeksizin öndekilerden birinin sırasını gasbettiğimizde,diğer deyişle ‘’kuyrukta kaynak ‘’yaptığımızda ne gibi sonuçlara sebep olabileceğimizi hiç düşündünüz mü?İş görüşmesine gidecek olan birinin patrona verdiği buluşma saatine gecikmesinden doğabilecek zararları…İşe yerleşmesi için evde eşinin  ve çocuklarının umutlu bekleyişlerinin gözyaşıyla son bulmasının müsebbibi olabileceğinizi düşündünüz mü?
    Toplum olarak genelde ,yapacağımız işin sonuçlarını düşünmeden hareket ederiz.Yani  fevri davranırız.’’Kuyrukta kaynak ‘’da böyle bir durum.’’Ben işimi halledeyim de,gerisi ne olursa’’…mantığı.
    Kuyrukta,evde hasta yatan annesine acil yetiştirmesi gereken ilaç için bekleyen de olabilir, şehirler arası otobüsü kaçırmak üzere olan biri de,bir gayri müslim iş ortağına  verdiği randevu saatine uymaya titizlik gösteren-iş ahlakı olan  bir Müslüman da,bebeğine süt emzirmek için işten erken çıkmış, telefonda bakıcıyla konuşurken bebeğin avaz avaz ağlamalarını işiten bağrı yanık bir anne de…
    Şimdi başımızı iki avucumuzun arasına koyarak düşünelim dostlar.Bu durumlardan birini yaşayan biz olsak ne hissederiz acaba?

    O halde biraz empati,biraz saygı ve biraz da sabır …Hepsi bu.Haydi biraz dönüşüm, dostlar!

 

                                                                                                                                                     Sumeye BARUT

İKİ KULAK BİR DİL



                     İKİ KULAK BİR DİL
  Büyüklerin nasihatlerinin  kulağa küpe edilmesi gerektiğini düşünenlerdenim …Mesela küçükken anneannemin ‘’Allah iki kulak vermiş,bir dil.Çok dinleyip az ve öz konuşmak lazım.’’ Sözünü bu yaşıma kadar hiç unutmadım.
  Restorantta, otobüste, parkta, misafirlikte…vb.toplu yaşanılan yerlerde gözlem yapacak olursanız birçok kişinin bu anlamda dil ve kulak hesabını tersine yaptıklarını farkedebilirsiniz. Bazıları adeta aylarca hapishanede- tek kişilik hücrede yalnız bırakılmış  da konuşmaya hasret kalmış gibi davranmakta.
  Bu davranış kesinlikle muhatap olunan kişiye saygısızlıktır. 
  Dinleme ve konuşma arasındaki dengeyi kuramayan kişiler muhataplarının kendilerinden sıkılıp sıkılmadıklarını hiç önemsemezler, konunun karşısındaki kişinin hoşuna gidip gitmediğini umursamazlar, üsluplarının muhataplarını rahatsız edip etmediğini de zerre kadar düşünmezler.Çünkü bunlar empati yoksunudurlar aynı zamanda.
   Bilgilenmek gibi bir dertleri olmadığından dinlemeye, çoğu zaman, kapalıdırlar; öyle ki muhatapları konuşmaya başladığında dinlemek değilde yeniden konuşacağı zaman bahsedeği konuların başlıklarını düşünme çabasına girerler. Muhatabının  kafası mı şişmiş ,çevredekiler durmaksızın konuşan bu duyarsızdan rahatsız mı olmuş, peh! Kimin umurunda...Yeter ki konuşmacı deşarj olsun.

                                         Sumeye BARUT

1-DÜĞÜN KONVOYU GÜRÜLTÜSÜ


(TOPLUMSAL PÜRÜZLERİMİZ)


   Bir anne omuzlarına çöken günün tüm yorgunluğuyla ayağında bebeğini sallayarak uyutmaya çalışıyor.Tv’de sevdiği programı -bebeğinin düzenli yaşamı için- feragat ederek kapatmış,evdekileri bir süreliğine kısık sesle konuşmaları için uyarmış,bebeği beşikte bir süre sallamış fakat bebek annesinin kokusunu hissetmek için avaz avaz ağlayınca çaresizce bebeğini kucağına alarak ayağında yarım saat boyunca sallamış.Nihayet bebek uykuya dalmış fakat o da ne! Çok sayıda araçtan oluşan bir düğün konvoyu hunharca kornaya basarak geçmez mi…Varın annenin düştüğü durumu siz hesabedin…
   Yapmayalım arkadaşlar lütfen.Sevincimizi göstermek istiyorsak düğün yaptığımız mekanda bunu pekala yapabiliriz.Yapıyoruz da …Ama lütfen caddelerde trafiği aksatmak ve gürültü kirliliğine sebep olmak gibi tavır ve davranışlara mahal vermeyelim.Gece vardiyasında enerjisinin son damlasına kadar çalışıp yorulmuş, gündüz uyumak zorunda kalmış olan emekçiyi de düşünelim, gürültüden korkan bebeği de ,hasta yatağında olanı da,kafası eskisi kadar gürültüyü kaldıramayan yaşlıyı da…           N’olur birbirimizin haklarına saygı duyalım.Unutmayalım ki bizim özgürlüğümüz başkalarının özgürlüğünün başladığı yere kadardır.

Sumeye BARUT

39-ARAMIZDAKİ SEVGİ PITIRCIKLARI

   İnsani ilişkilerin nasıl olması gerektiği herkesin malumudur.Bunu tekrar tekrar söylemeye gerek var mı bilemiyorum gene de söylemiş olayı...